30 Haziran 2010

neden-sonuç

Bu mevsim bahar değildir

Başka bir devirdir

her gözün mahmurluğunun ayrı bir sebebten olduğu gibi

her ne kadar bütün dallar titrerse de,

her birinin salınmasının başka başka sebebleri olduğu gibi.

( Mevlana, 26. rubai Hasan Ali Yücel çevirisiyle)

29 Haziran 2010

……….

“Saçlarım yüzüme büyüyor utancımdan… Taranmayacağım”

21 Haziran 2010

21 Haziran

  • Dün gece deprem olabilirdi, hissettim; olabileceğine inandım. zaten uykum kaçmıştı; düdüğüme sarıldım uyumaya çalıştım.
  • Artık karanlıkta da uyuyabileceğimin farkına varıyorum galiba yavaş yavaş…
  • Berksha’nın önünde gördüğüm şortlu da beni düşünüyor mu şu an acaba?
  • Kotu sevmiyorum, kot kottur; kotun tasarımlı olanı da kottur nokta
  • “Not defterime notlar alıyorum, bunun sizi ilgilendireceğini sanmıyorum” güzel laf direkt çaldım ama ben de sanmıyorum hatta eminim.
  • bir sana yandım bir de taksicinin çaldığı cep telefonuma..
  • Asiye babalar günümü en içten dilekleriyle içten kutlamıştır bence…
  • Mercimekli köfte acılı, humus da sarımsaksız olmuştu… noluo lan bana?
  • 129T sevgili gibidir; beklenir! Ayrıca yeşildir ;)
  • Sanırım bugünün en güzel olayı Fatma’nın beni aramasıydı. Fatma iyi traktör kullanır, beni de yanına alır; ayrıca sabah 5te çok güzel nane çayı yapar.
  • Haftaiçi hergün eve gidebilmek için Galata mevlevihanesinin önünden geçmek beni mutlu etmeye yetiyor.
  • Akşamları Karaköy’den kalkan vapuru 129T’ye tercih ediyorum çünkü Karaköy’den vapura binmek demek 129T’yi uzaktan görmek demektir. Sevgiliye uzaktan bakmak gibidir, uzaklaştıkça sıradanlaşıyor çünkü.
  • 21 Haziran önemli bir tarih değildir hayatımda ama 21 Haziran tarihli “Taraf” gazetesi önemlidir…

18 Haziran 2010

kı.. ..sa

  • insanların samimiyetlerine güvenmiyorum; nihayetinde ben de insanım…
  • benim olmaya şeyler ara ara canımı acıtabiliyor
  • göt Tarkan çok güzel şarkı yaptı yine
  • geceleri yatak odamın pırpır esmesine bayılıyorum ama sabah güneşin odamdan doğması bazı bazı gıcık da ediyor.
  • 129T’yi bu kadar sevebileceğim aklıma gelmezdi.
  • eski sevgilimin bende kalan porno arşivini, başka bir eski sevgilime vermek mantıklı mıydı?
  • Oi Va Voi’nin Ladino Song’unu dinlerken Hakan’a mesaj atasım geldi: “evlenmek değil; çocuk büyütmek en mantıklısı” . tam da bu sırada otobüste dörtlü koltukta oturuyordum ve tam karşıma iki yaşında kısa saçlı bir kız çocuğu oturdu, şarkıyı ripite aldım, yol boyuncu kıza baktım, kızımla yolculuk ettim sandım…
  • geçen gün karşılaştığım eski sevgilim’in para kazanacağım işe “bu iş tutmaz” demesine çok içerledim, “senin de mekanın yanar işallah” demek en doğru karşılık mı olurdu acaba?

14 Haziran 2010

HOBAREY!

Sabahın üçünde resmen oturdum ve Tarkan dinliyorum. süper bir introsu var şarkının. resmen televizyonu kapatmak için elime kumandayı aldım kemanlar yükseldi kaldım, bi de baktım “abooooow tarkan”. merak ettim, dinledim şarkıyı. "”tarkan yine yeni yeniden” dedim. resmen şarkıyı çok sevdim, uzun zamandır ziynet sali’nin beş çayından sonra bu derece kaliteli pop şarkı dinlememştim.

 

hemen nete girdim fizy’den dinlemeye başladım. sanırım şu an yedinci kez dinliyorum. 3 de sigara içtim. peki bunu niye yazdım ki, halbuki gotye’nin coming back şarkısı hakkında bişeyler yazmayı düşünüyordum… umarım ilerde yazarım… bu şarkıyı sevdim lan vallahi.

seni karanlıklara bırakmak istemezdim
anılarımı solmuş çicekle süslemezdim
ardından acıtacak bir tek söz söylemezdim
ben hiç hak etmedim ki böyle unutuluşu

Aysel Gürel yazmış yahu, Tarkan okumuş, çocukluğumdaki gibi her şey….

9 Haziran 2010

F!

gelgelli:
   fehmi lan f harfliler kendilerine aşık edemezlermiş..
ama kendileri çok pis aşık olurlarmış..


Varoş Realist:
bu nerden çıktı?,


gelgelli:
annemle seda sayanı izliyoruzda..


Varoş Realist:
hahahahaha
salak


gelgelli:

ben de aktik, mantığı önde olan kariyeri olan sanatsal yönü zengin bir profil çiziyormuşum...
kariyer mi sant mı..nerde lan onlar..
sanat*

Varoş Realist:

seda mı dio bunu da?


gelgelli:

yok isim analisti diye bir şey çıkarmış o anlatıyor..
ama sedanın götünden fırlamış gibi..


Varoş Realist:
yani kimse bana aşık olamıycak mı?

gelgelli:
zormuş lan..sen de kıçından anlıyon ee..


Varoş Realist:
o zaman ziynet saliden herkese gelsin... zordur oğlum zordur...

24 Mayıs 2010

Koyunlar ve Altın Kızlar bir de “abi”

velhasıl koskoca bir filmi daha kazasız belasız bitirmiş bulunmaktayız; bir iki kriz hali yaşadım ama neyse ki aritmimin azmadan taşikardim tutmadan halledebildim. Sanırım Kıbrıs havası iyi geldi de atak geçirmedim. Aslında filme dair, ekibe dair, çekim yaptığımız Büyükkonuk koyü ve köylülerine ayrıca Kıbrıs’a dair anlatacak bir ton konu var.

hayatımdaki en profesyonel işti sanırım ama iradem bu kadar profesyonelliği kaldırmıyor, ciddiyetle hem iş yapıp hem de iş arkadaşlarımla geyik yapabilmeyim dibine kadar, iş halletmek için koşuştururken yanımdan geçen bir iş arkadaşıma orta parmağımı gösterebilmeliyim ya da ne bileyim “yalarım lan seni” diyebilmeliyim. Asortikliğin, kalantorluğun, kibirliliğin, burnundan kıl aldırmayan karakterlerin, ne oldum delisi insanların ve hayatlarını tamamen işe adamış “projelerim projelerim” diye dolanan insanların arasında işim yok galiba benim. Varsa bile sadece iş anında olabilir bu da işi sıkıcı kılabilir. Koyun sürüsünü 5 dk’da sete getirebilmem ama sete getirince bi ton insanın koyunları istenilen yere koyma çabasından dolayı 5 dakikada getirdiğim koyunların kaçması ve benim onların arkasından koşmam bence komik; ama sayın ekibim oldukça sıkıcı olduklarından olsa gerek o andaki trajedimle eğlenememiş oldu, neyse ki koyunlar kaçtıktan ve benim onların peşinde koşmamdan sonra arayıp eğlenebilceğim Merve var. resmen kimse eğlenemeyince Merve’yi arayıp anlattım ve karşılıklı 2-3 dakika güldük.

Bu film sürecinde unutamayacağım şeylerden biri de muhakkak Büyükkonuk halkı olacaktır. hadi sete dediğim anda gelen Fatti teyze, Aynur aba, Sadiye’ba, Suna’ba (kıbrısta sesli harfle biten abla isimlerinden sonra abla denmez “ba” denir) anlatılmaya yaşanmaya değen insanlar. hadi sete dediğim andan itibaren 20 dakika sonra hazır olan teyzeler bunlar. hem de süper hazır oluyorlar, kendi evlerinden dönem kostümlerini giyiyorlar, kendi aksesuarlarını alıp geliyorlar. Fatti teyze el yapımı çanta yaparak geçimini sağladığından malzemelerini alıp sokakta çanta yaparak, Aynur Abla sele yaparak, Sadiye’ba şehriye yaparak, Suna’ba da ekmek yaparak görüntüye zenlik kattılar. yaşları 80 olsa da resmen Altın Kızlar. Bir gün ansızın otobüs geçişi çekmeye karar verişimizle elimizde figürasyon olmayışından hemen arabaya atladım Sadiy’banın evine gittim altın kızları toplasın gelsin diye, evde Sadiye’ba yoktu, diğer geride kalan 3 Altın Kızın birinin evine kahveye gittiğini düşünürek onları ne kadar iyi tanıymadığımı anladım. Damadı evdeydi Sadiye’bayı sordum, yan köyde yol yapılacağı için ağaçları kesiceklermiş benim Altın Kızlar da ağaçların oraya eylem yapmaya gitmişler. 4 kişi bile olsalar medyayı çağırmayı ihmal etmemişler. en azından medya ile birlikte 10 kişiyi toparlamış oldular. onları tebrik eder özlemlerimi dile getiririm.

Derviş Bey tepkisiz duygusuz bir adam genel olarak. Adam set boyunca sadece ne istediğini anlattı ve istediği şeyi alana kadar çekti. kimseye bağırmadı kimseyi pohpohlamadı, kimseyi panikletmedi kimseyi övmedi. istedi ve aldı. ilk koyun vakasından sonra anlaşıldı ki bir kişi ilgilenmesi gerek, ki aslında ilk günden beri söyledim koyunlarla on kişi ilgilenmesin tek kişi ilgilensin ürküyor hayvanlar diye. herneyse koyunlarla ben ilgilenmeye başladım, pastoral bir karakterimin oluşundan dolayı sanırım koyunlarla aram iyiydi. çekeceğimiz en son koyunlu sahneydi, tek başıma sürekli koyunları aynı yere koymayı başarabildim. koyunların arasında kahverengi bir keçi vardı o biraz asiydi ama zeytin dalına karşı olan tutkusunu farkettim ve keçininin bu zaafından faydalanarak keçiyi kandırdım. keçi kaçmayınca dolayısıyla koyunlar da kaçmadı, koyunlar cidden koyun gibi çünkü, biri kaçtı mı hepsi kaçıyor, keçiyi ele geçirmek bu anlamda iyi oluyordu. velhasıl çektik son koyunlu sahneyi ve Derviş bey bana 1 buçuk aydan sonra bir söz etti: “iyi bir reji olduğun kadar iyi bir de çobansın”. gülümsedim iyi bir şey söylemişti galiba.

Filmin en son gününde ise o muhteşem şey yaşandı. Para olmadığından dolayı figürasyonu gönüllük esasına dayanarak bulduk, hal böyle olunca sıkılanlar oldu gitmek isteyenler oldu vs onları oyalamak, onları eğlendirmek, onlarla iyi geçinmek benim görevim oldu. zaten onca figürasyonu da ben buluyordum. herneyse son gün Namık Kemal Lisesi Tiyatro topluluğunu figürasyon olarak çağırdım geldiler. Allahııım o neydi, tanrı gibiydi, doğanın tüm güzelliği, tüm iyi niyeti toplanmış sanki onda vucud bulmuştu. bir an tüm ömrümü onun için adamak istedim, ismini öğrendim, muhabbet ettim, setlerine daha çok vardı, onlarla vakit geçirdim kaçamamaları için, hep ona baktım ister istemez. ama bana Fehmi Abi demesi koydu; cidden koydu. sübyancı mı oldum ne! hoş bugün öyle düşünmüyorum ama “sen suret ol ben gölgen olurum ama bana abi deme”!!!

22 Mayıs 2010

Matmazel Noraliya’dan Alıntılar 1

“meşrutiyette duyun-ı muntazama mümeyyizliğinden 2000 kuruş, bugünkü fiyat endeksi farkıyle belki dört yüz lira olan bir adamın stoik mukavemetiyle şirret karısının arasındaki dramın ekonomi ile ne münasebeti vardı? yangından sonrası için Saim belki haklıydı. Fakat ondan evvel Yusuf Beyin belki yarısını Kırım’dan Tuna’ya giderken muhacir arabalarının korkunç monoton gıcırtısında veya çocuukken geçirdiği menenjitte kaybettiği hafızasına yahut karnı o tarihte pek ala doyan Eda Hanımın sinir sistemine Marks’ın burnunu sokmaya ne hakkı vardı?”

28 Nisan 2010

Şımarıklığım….

Şımarıklığı sevmem aslında ama şımarığın allahıyım bir taraftan da. Hayat bana tüm nimetlerini sunmasa da, ortalamanın üstünde sundukları var. asla sunduklarına ve sunmadıklarına karşı bir söz etmedim, hepsine şükrediyorum; en çok da bana verdiği aileme… genç yaşımda fena olmayan bir kariyer çizgim var, kendi evim var, fena para kazanmıyorum… bunlar insanın isteyeği ilk şeyler ama şımarıklık işte bu durumda devreye giriyor, tatminsizim… mutlu olma tatminsizliği… daha ne isteyebilirdim ki hayattan, bir neden bulup mutsuz olmak an meseli. keşke kibariye konserine gidip mutlu olmayı başaran insanlar gibi olabilsem, ya da ne bileyim taksime çıktığım için mutlu olabilsem.

 

aslında küçük şeylerden mutlu olabiliyorum ben ya bir taraftan da. ne bileyim braunun mutfak robotunu görünce mutlu olabiliyorum, almodovar film çekince mutlu olabiliyorum, evde solmayan bitkilere mutlu oluyorum, ama bir tatminsizliktir aldı başını gidiyor…

 

şımarıklıktan çok çektim, acaba ben de mi çektirmeye başlıyorum….

26 Nisan 2010

Biz büyüdük ve kirlendi dünya.

Düşünüyorum da ben mi biraz salağım. Ne bok yemek istediğimi mi bilmiyorum; yoksa sıçmayı mı beceremiyorum yoksa sadece hayatta yaptığım şey sıçmak mıdır bilemiyorum. Çocukken çok tatlıydık lan! sanal köpek aldırabilmek için ağladığım günler, ya da ışıklı ayakkabılar için yaşadığım tutku… Mahallenin çocuklarıyla atari oynamaya gidip street fighter izleyip sıkıldığım ama okula gidince “aduket” yapmayı öğrendim yalanını söylediğim, “r” harfini söyleyemediğim, aşkın nur yenginin yeni yetme olduğu, bababamın yaz günleri işten “max” dondurmayla geldiği günler…

en güzeli de herşeyi ciddi anlamda hissettiğim ve herşeyin ciddi anlamda hissettirildiği bir zamandı…

şimdi soruyorum Fast food muyum lan ben?

22 Nisan 2010

minicik

Minimal yaşıyorum bu yüzden minimal yazıyorum  nokta

20 Nisan 2010

Uyumak ya da uyumamak ya da ……

eğer uyanmamak için bir sebeb varsa yandaki insanın uyumasıdır; eğer uyanmak için bir sebeb varsa uyanmamak sebebine uyanmaktır en azından benim için öyle.. ya da komidin olmaktır en iyisi, her daim sevgilinin başucunda kalmak, sevgilinin uyurken ve uyanırken en rahat ulaşabileceği yerde kalmak… tanrım beni baştan yarat sevdiğimin yanında komidin olarak

16 Nisan 2010

Anlatacaklarım Var!

Lacivertmişim, öyle diyolarlar. halbuki lacivert ne demek ne anlama geliyor bilmiyorum. bir adet dize geldi “umudun bittiğinde karadır her yer, umutla başlar lacivert ve gecenin karanlığından sıyrılırken her yer aydınlığa, sevdiğim maviden önce ağır ağır lacivert”.

 

saat 05:43 setten yeni geldim, bir omuz lazım öpüp uyumalık…

öpüyorum ve kulağına bişeyler anlatıyorum… “gel kavunlu dondurma yiyelim, öpüşelim sonra da uçurumdan ayaklarımızı sarkıtıp güneşin batışını seyredelim”…

iyi geceler

tatlı rüyalar…

14 Nisan 2010

Campipi

kamp ipinin postmodern yaklaşımlı yazılışı olsa gerek bu campipi.  kampa gidesim var campipime bağlanıp oturasım uyuyasım horlayasım uyanasım var. durup dururken tansiyonumu ölçtüresim, bi de gazoz içesim var ki hiç sevmem. ama onun gazozu benim gazozum diyerek onun gazoz şişsesinden gazoz içesim var… kucağıma attığını pamuklara sardım, açasım yorasım tüketesim yok. dün dediklerimi bugün yine kendime yalanlıyorum, kendime saygım mı yok…?

15 Mart 2010

DİLEKÇE

İlgili Makama,

Ben yıllar/aylar/günler önce bir şekilde hayatınızın içine girmiş Fehmi Öztürk. İş bu dilekçe geleceğime dair planlarımı gerçekleştirmek, bugünüme dair huzurumu sağlamak amacıyla yazılmaktadır.

Hayatının içine girdiğim şahıs ya da şahısların, hayatıma soktuğum kişi ya da kişilerin oldukları yerde mutlu olmasını, kişi ya da kişilerin artık hayatıma dolaylı ya da dolaysız bir şekilde müdahale etmemesini, bahsi geçen kişi ya da kişilerin sevişip sevişip sıkıldıktan sonra akıllarına gelmemeyi, günlerini gün edip günün sonunda adımı zikretmemelerini, ilerde zengin olunca herhangi bir mal varlığım üzerinde hak sahibi olmamalarını, arada bir midelerinin sıkışmalarını, hayatlarına bakmalarını, yalnız kalmalarını, mantıklı bir düşünmelerini, tüm kredi kartları borçlarını ödemelerini, ödeyemedikleri takdirde “Fehmi slm nbr?” dememelerini, çok yakışıklı sevgili bulmalarını, internetlerinin bedava olmasını, daha fazla daha fazla insanlarla yatmalarını, gelecekte mezarıma “tavukları için yaşadı” yazısının yazılmasını ayrıca tüm taşınır ve taşınmaz mal varlığımı başkanı olduğum homofobik gayler derneğinin himayesi altına girmesini,

Bilgilerinize arz ederim..

Fehmi Öztürk

6 Mart 2010

Az ve Öz!

Kimsenin hayatımı parsellemeye hakkı yok…. Yaşlanıyorum…. dünden beri, ondan beri, bugünden itibaren, yarınla birlikte herşekilde yaşlanıyorum….

3 Mart 2010

Sakın Dokunmayın Bana; Rahat Bırakın!

Yazasım var ama ne yazacağımı bilmiyorum. Ama böyle uzun uzun çok anlamsız şeyler yazasım var hem de. havanın güneşli oluşunu on sayfada anlatabilme yeteneğim olsaydı keşke; ya da ne bileyim Demet Sağıroğlu’na karşı hayranlığımı, geçen gün gittiğim Mirkelam konserindeki “pardon siz mühendis misiniz” sorusunu, sevgilimin benden ayrılmak isteyip de ayrılmasını, Asiye’yi çok özlediğimi, Türkan Derya ile uzun metraj senaryo yazdığımızı, günde üç öğün salonun tozunu aldığımı, sigarayı çok sevdiğimi, içkiyle her akşam çektiğim kafamı, gidenleri, kalanları, yaşamak istediklerimi, yaşayamadıklarımı, yaşadıklarımı, eksileri, artıları, davlumbazımı silince iz bırakmamayı nasıl bulduğumu, karşı terasta var olan 3 tane çok ses çıkaran piçleri, Derviş Zaim’le çalışacak oluşumu, göze gelip sürekli geri kalan duvar saatimi, geçen akşam cep telefonuma gelen mesajı ve hemen ardından gelen telefon görüşmesini, en sevdiğim çorbanın mercimek oluşunu, midemin hala ağrıdığını, dişimin nasıl yarılıp alındığını, babamı çok sevdiğimi, bu akşam ne yiyceğimi, Diesel de gördüğüm anda aşık olduğum atkıyı, yaz için kurduğum fakat artık gerçekleşmeyecek olan planlarımı, kısacası her şeyi anlatasım var.  nerden başlayacağımı bilmiyorum…. kısacası çok doluyum, dokunmayın ağlarım….

ya da buyrun burdan yakın

22 Şubat 2010

Karşılaştırmalı Popüler Kültüre Devam!

Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde yüksek lisans yapmak isteyen sevgilimden kıskanarak, karşılaştırmalı popüler kültür bölümü açılsa sanırım ben de oraya başvurucam. Sanırım tam benlik bir bölüm. Ben mi açsam ne… Aynı anda hem Yemekteyiz programı izleyip hem de Feurbach’ın materyalist Ahlak kuramlarını okuyabilme kabiliyetim var..

Aslında bu tür eylemsel birliktelik, okuduğumuzu pekiştirme gibi bişey oluyor. İngilizce derslerini düşünün, hem reading hem speaking hem writing var; yani ingilizcenin pekişebilmesi için okumak konuşmak yazmak gibi eylemlere başvuruluyor. Ben de okuduğumun pekişebilmesi için, evden pek dışarı çıkmayı sevmeyen biri olarak, hayatı televizyondan deneyimliyorum. Bundan ne utanıyorum ne de çekiniyorum.

Herneyse, aslında ben iki şarkının arasındaki benzerlikten bahsedecektim, konu bu noktalara geldi. Ziynet Sali , ki kendisi hemşehirlim olmakta, son yıllar beni benden alan en güzel pop şarkıyı yorumlamış kadındır –beş çayı-, ben liseye mi gidiyordum ne saçma sapan bir saç tarzıyla klibinde babasının yanaına gidip “büyüdü o saçlı lüleli yavrun a babab a ba bababa” gibi eğlenceli ve anlamsız şarkıyla çıkmıştı. Kıbrıs’ta bir Ziynet Sali dalgası yayılmıştı fısıltı şeklinde, Kıbrıslı o Aya’lı (Aya: Dilekkaya köyünün 74’ten önceki ismi). Aya’da yaşayan aile ahbab(:P)larımıza sormuştum Ziynet Sali buralı mı diye. Onlar da onaylayıp her şarkıcı hikayesi gibi acıklı yaşam öyküsünü anlattı Ziynet Sali’nin komşusu: Meğer çok yokluk çekmişler, ailesi Zİynet’i zar zor İstanbul’da okutmuş vs. Gel zaman git zaman öğrendim ki Rızarellaaaa da Ziynet’in hocasıymış. (ek ve gereksiz bilgiler vereyim, Rızarella on numara dünya tatlısı müthiş yemekler yapan hep dostum olmasını istediğim, ama uzaktan uzağa olamayacağını bildiğim, Ziynet Sali’nin hocası, Hüseyin Çağlayan’ın sınıf arkadaşı )

Bir de kendi kabuğunda pop müziği yapan yeni yetme bir Özgün var. Özgün hakkında pek bir bilgiye ulaşamadım açıkçası, hayranlarının yaptığı fan sitelerinde filan o kadar gezinmeme rağmen doğru düzgün bir bilgi edinemedim. Edindiğim bilgiler arasında 17 Mayıs’ta terhis olacağı, ve 21 Mayıs’ta da X-Large’da konser vereceği gibi beni ilgilendirmeyen şeyler var. Şimdi Özgün hakkında fazla bişey yazazmadığım için azcık kendime karşı tedirginim; çünkü Ziynet hakkaında o kadar şey yazmışken Özgün hakkında bişey yazmamak “taraf” tutuyormuşum hissine peydah etti beni.

Ziynet Sali’nin ikinci albümü olan Mor Yıllar albümü’nü albüm çıktıktan çok uzun zaman sonra farkettim. Vasilis Saleas gibi beni benden alan yegane biricik klarnetçi bile çalmış bu albümde sonradan farkettim bunu da. (Allahım niye zamanında bazı şeyleri algılayamıyorum; gerizekalı mıyım?) Özgün’ü de severek dinliyorum, ama albümünü almışlığım yok, televizyonda çıkınca kanalı değiştirmiyorum aksine azıcık televizyonun sesini artırıyorum. Az önce Özgün’ün Yalnızlık şarkısı başladı tv’de, aldım elime kumandayı azıcık ses verdim.buyrun siz de dinleyin:

Şarkı bitti aşağıya mutfağa indim acıktığım için, bişeyler hazırlarken farkettim ki Ziynet Sali’nin Mor Yıllar şarkısını okuyorum ne alaka oldum. Bugün dinlediğim şarkıları düşündüm hepsi “İçinden Ziynet geçmeyen şarkılardı” dedim kendi kendime… Sonra “lan fehmi bunlar aynı şarkı dedim” ocağı kapattım, Popüler Kültür’de kendimce bir bilgiye daha vardım heyecanıyla salona çıktım, Ziynet Sali’nin Mor Yıllar şarkısını açtım, ekşi sözlükten de Yalnızlık’ın sözlerini bulurum dedim, karşıma 85 sayfalık Yalnızlık entryleri çıkınca “lan herkesin yalnızlık hakkında söyleyecekleri mi var, hepiniz Hasan Ali Toptaş mısınız Hepiniz Yalnızlıklar mısınız” dedim, başka sitelerde sözleri arattım, ve Mor Yıllar’ın çalarken üzerine Yalnızlığın sözlerini okudum içimden dışımdan vs… Harbiden aynı şarkıymış yahu… Buyrun siz de deneyiniz…

21 Şubat 2010

Ne Ummuştuk; Ne Bulduk!

İşi muhteşem bir rahatlamayla bıraktıktan sonra erkenden kalkıp televizyonu açmıştım Seda Sayan ile karşılaşırım ümidiyle meğer artık program yapmıyormuş. Sonra Seda nerelerde acaba diye sorgulamaya başladım…. En son Lays Lays Laysini paylaş adlı eseri terennüm ederken hatırladım.

Bir kaç gün önce sevgilimle telefonda konuşurken sevgilim, “Fehmi  teklifini düşündüm, İngiltereye gidip çocuk evlat edinelim” dercesine heyecanlı ve ciddi bir ses tonuyla “Fehmim Seda Sayan kocasından ayrılıyormuş, Seda’nın hizmetçisi  Seda’nın kocasının telefonda sevgilisiyle konuştuğunu duymuş, sonra da gidip Seda’ya söylemiş” dedi. O an bir mutlu oldum. Mutlu olma sebeblerimden birincisi  içimden geçirdiğim “evet Fehmi çok doğru bir sevgili bulmuşsun” rahatlma cümlesi, ikincisi ise  Seda Sayan’ın yine program yapacak olması. Bunu herhangi bir yerde açıklamış değil. Ama Seda ne zaman  evlense evinin hanımı oluyor, ne zaman boşansa yaptığı programlarla halkın kahramanı oluyor.

Seda Sayan program yapsın… Onu reklamlar da izlemek istemiyorum. Reklamlar bana daha çok şey vaadetmeli çünkü. Seda Sayan bu anlamda benim için hayal kırıklığı hele ki Pepsi reklamlarında. Pepsi  bana Spice Girl, Micheal Jackson vaad etmişti.  Hani Spice Girls gelecekti, Micheal Jackson gelecekti, gele gele Seda mı geldi… Seda zaten bizim kalbimizde yaşıyor…

Fehmi yaşatır seni Fehmiiiiii…..

18 Şubat 2010

İzdivacımız arasındaki fark!

İşten çıktım çıkalı, klasik Fehmi Bey oldum yine. sabah erkenden kalkıyorum, evi filan topluyorum, süpüyorum siliyorum, önemli bir iş almak üzere olduğum için, o iş üzerine biraz çalışıyorum, sürekli yemek yapıyorum, sürekli yemeğe insan çağırıyorum…

Desperate houseman diyor bana sevgilim ve ben de bu sıfata tam layığıyla uymaya çalışıyorum; bu yüzden izdivaç programlarını kaçırmadan izlemeye çalışıyorum. tabii muhteşem bir analiz yeteneğim olduğu için, bu programları sadece evlilik programı olarak görmüyor ahlaksal okumalar yaparak izliyorum :P (bu da kendimi aklama cümlesi olsun )

Olayımıza belgelerle yaklaşmak en doğrusu sanırım. Esra Erol’la izdivaç vardı önce, bişeyler olmuş, ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, Esra Erol’u Star Tv’deki programdan almışlar, yerine Zuhal Topal’ı koymuşlar, bu sırada Esra Erol da Atv’de iş bulmuş, orada yine izdivaç programı sunmaya başlamıştır. tüm bunlar olup biterken ben napıyordum bilmiyorum ; ama sanırım bir ton entrika dönmüş… Keşke o günlerde de takip edebilseydim…

Zuhal Topal’ı oyuncu kökenli olduğundan mı ne bilmiyorum ama enerjisi daha iyi. Yaptığı programla hem dalga geçiyor, hem de deli gibi eğleniyor. ben aslında Zuhal Topal’ın o hallerini izlemeyi seviyorum. (al bir aklama cümlesi daha)… Bir de Zuhal Topal bu yılın en iyi dizisinde oynamasıyla aklımda yer etmiş bir kadın. Geniş Aile bence raconuyla, esprileriyle, kurduğu dünyayla bu yılın en iyi dizisi, Selena’da filan da oynamış ama ben Geniş Aİle sayesinde tanıdım Zuhal Topal’ı ve bu yüzden onun izdivaç programına bir kez baktım sonrasında da bakmaya izlemeye devam ettim… herneyse…

Esra Erol bir mafyanın geliniymiş galiba, ya da karısı bilmiyorum ilgilenmiyorum..

İkisinin arasındaki farklar sadece bunlar mı? Tabii ki değil.  Televizyon denilen şey, bir nevi toplumun kendi hakikatini aradığı (görmek istediği, olmayan hakikatini aradığı) bir nesneye dönüşmüştür, televizyon programları da bu hakikat arayışınanda araçsallık görevini tamamıyla görev edinmiş, tam gaz annelerimizin, Muş’taki Meryem teyzemizin, Kars’taki Fatma ninemizin KIbrıs’taki Perihan annemizin beyinlerine hükmetmeye çalışıyor. İşte bu noktada sunucuya çok görev düşmektedir. Sunucu bu yüzden şuurlu olmak zorundadır, sunucu bu yüzden var olan gelenekselci kokuşmuş ahlaki değerleri tutup daha da kokmamasına izin vermemeli diye düşünmekteyim.

Gelin örneklerle izleyelim; İlk video’da telefonun seyircinin yüzüne kapatılmasını,ikinci video’da ise konuğun stüdyodan kovulduğunu izleyeceğiz. Aralarındaki ahlaksal fark ve izleyiciye bu eylemleriyle verdikleri mesaj oldukça farklı.

Viideo 1:

 

Video 2: