24 Ekim 2009

Şafıl’ın bana ettiği BU MU!

Hayatımın en geyik günlerini yaşıyorum, geyik belki yanlış olur, ama geyikli rahat günler yaşıyorum diyebilirim. Sabah erkenden kalkıp üç araçla taaaa Allahın Sefaköyü’ne gidiyorum, biraz çalışıyor gibi yapıyorum, sonra öğle yemeği yiyorum, sonra yine çalışıyor gibi yapıyorum, bol bol Senem’le geyik yapıyoruz, akşam oluyor eve dönüyoruz. Evde de birazcık çalışıyorum sonra içki içerek uyuyorum. Çarşamba akşamları Yaprak Dökümü, Perşembe akşamları da Aşk-ı Memnu izliyorum tabii..

Aslında tam da istediğim hayat bu; ama bu hafta sonundan sonra bu bitecek, tahminimce günde 18 saat çalışıcam, neyse ki mekanlar evime yakın, Yıldız Parkı, Fatih, Tarlabaşı vs… Kısacası son hafta sonum olduğu için bir Taksime çıkayım dedim, hazır bir barda canlı Rembetiko da varken.

Senemle Taksim’e geldik, Senem sevgilisiyle buluştu, Nevizade’ye rakı içmeye gitti, ben de zaman öldürmek için, biraz da zevk aldığım için, yürümek istedim yalnız başıma, zaten bara da yalnız gitmeyi düşünüyorum, kulağıma kulaklıkları taktım, yürütme modunu da “şafıl” yaptım. Son zamanlarda Mirkelam takıntım yine nüksettiğinden, daha çok Mirkelam şarkıları yüklemiştim ve ilk şarkı doğal olarak Mirkelam’dan geldi, “tanrının bana verdiği hazinede ucuzmuşsun değmezmişsin, katilimsin sen katiliiimsiiiiiiiiiiiiiiiin kalbimde parmak izin var, kalbimdeeeee parmak izin var”. Tabii ki beni benden aldı şarkı. Bitince takıntılı bir insan olduğum için tekrar dinlemek istediysem de, şafıl moduna niye soktun o zaman, çelişkisini kendimde yaşamak istemediğimden, tutarlılı kalarak bir sonraki şarkıyı bekledim.

-B-

Vals De Melody: ilk sevdiğim insanla ayrılık şarkımdı. Jane Birkin’i o yıl tanımıştım yıl 2003, ilk sevgilime de dinletmiştim o da bayılmıştı, o yaz tesadüf bu ya, İstanbul’da konseri olmuştu, ben İzmir’den gelmiştim, beraber Jane Birkin konserine gitmiştik mest olmuştuk. Tabii her sevgili gibi ayrılmıştık, ilk olması ayrılmama lüksünü vermiyordu kimseye, bunun farkında değildim; aylarca yatak döşek yatmışlığım olmuştu ve deliler gibi bu şarkıyı dinliyordum. O keman yayının midemde yaylandığını midemi tahriş ettiğini düşünürdüm ve öyle hissederdim. Vals De Melody bitti, biraz maziye gitmek hoşuma gitmişti, İstiklal’de yalnızdım yürüyordum, yüzüm gülümsedi, azıcık da hüzünlendim…

Bir sonraki şarkı başladı.

-U-

“Ben Sevdalı Sen Belalı” hem de Selami Şahin’den. Bir ayrılık şarkısı daha dedim, biraz daha hüzünlendim, Starbucks’ın ordaydım, kahve mi içsem dedim, sonra tutumlu olasım tuttu, yürümek iyidir dedim. Çekmeye razı değilim kimsenin kaprisini dedim, razı olduğum günler aklıma geldi, “güzel günlerdi lan” dedim, o an yanımdan Üniversiteden tanıdığım biri geçti ismini hatırlamıyorum birbirimize gülücükle selam verdik, biraz sonra da şarkı bitti…

-M-

Yine Mirkelam bu sefer “Odalarda mahsur kaldık”. En travmatik anısı olan şarkılardan biriydi. U ile bitmişti M ile çıkmaya başlamıştım, M ile de bitmişti. İçimde vicdanın en görkemli, en heybetli, en kasvetli hali vardı. U’ya karşı yaptığım haksızlıklar, M’nin ölüm döşeğinde yatıyor olması….. İzmir’de evimdeydim, yalnızdım ve her zamanki takıntılıydım müzik konusunda. Mirkelam’ın Mutlu Olmak İstiyorum albümü yeni çıkmıştı. “Acı ve Aşk”, “Eksilerle Artılar”, “Odalarda Mahsur Kaldık” şarkıları sürekli çalışıyordu. Her gün her akşam bir şarkı seçiyordum o gün o akşam o şarkıyı dinliyordum. O gece “odalarda mahsur kaldık” şarkısının sırasıydı. Vicdanım kaslarıma vurmuştu, ve bilgisayarın başında çenem kitlenmişti. Hastaneye o hep sevdiğim yalnız halimle gitmek ayrıca fena koymuştu o gece. Ölüm döşeğinde olan hala ara ara karşıma sapasağlam çıkıyor, rastlaşıyoruz. Bir gün soracağım ama bu yalanına karşılık “sen hala ölmedin mi?” Bu sefer gülümseyemedim şarkı çalarken, çenemi sağa sola oynattım, şarkının bitiş melodisini ve Mirkelam’ın “aaaaaaaaaa” lamasını bekledim. O “aaaaa”ladı ben ağlamak üzereydim.

-U-

Yeni şarkı başladı, Aşkın Nur Yengi, “Elveda”. yok bunu kaldıramayacaktım. Kulaklığımı çıkardım, Taksim Havaş’tan Ercan’daki Pasaport kontrolüne kadar (iniş ve kalkış hariç) bu şarkıyı dinlemem bana yetmişti, bu kadar ayrılık şarkısından sonra bir de bunu dinleyemeyecektim, bu arada Galata Mevlevihanesini de geçmiştim.

Kendimi Galata Kulesinin altındaki çaycıya attım, bilgisayarımı açtım ve bunu yazmaya başladım. Şafıl’ın bana ettiği buyken, hayatımın insanlarının baş harfleri kronolojik olarak sıralandığında B.U.M.U olması biraz garip biraz ironik. Hayatımın toplamı resmen B.U M.U!

14 Ekim 2009

Kapsül Hayatlarımıza "Uzak İhtimal"

Galatada senelerce senelerce evvel bir klisenin kapısı çalınmış, dışarda sağlam bir yağmur ve hamile bir kadın var. Klisenin kapısını bir rahibe açar içeriye doğmakta olan bir bebek girer, annesi zamanın bittiği yerde kalır. .

uzun süredir, sinemaya bu kadar sık gitmemiştim, eski formuma kavuşmak üzereyim. herşeye vakit ayırmak zor oluyor sonuçta, vakit ayırdığımızda da herşeyi kapsül şeklinde, konsantre bir biçimde alıyoruz; al, yut, yaşamış ol...

büyük şehir buhranı dedikleri şey bu olsa gerek: sabah kalk giyin, saatler süren bir yolculukla işe git, çalış, hızlı bir şekilde öğle yemeğini ye, sigaran tam bitmeden yeniden işinin başına dön, sonra o saatler süren yolun ters şeridini kullan. enerjin varsa bir arkadaşınla ayaküstü yemek ye, ayaküstü bişeyler iç ; ya da ayaküstü muhabbet et.

Sanırım yakın zamanlarda her olayın kapsülü çıkacak "Ayşe ile kahve içme kapsülü" Ayşe ile kahve içmek istediğimiz zamanlar, ya da sohbet etmek istediğimiz zamanlarda"Ayşe ile sohbet kapsülü" imdadımıza yetişecek.

"uzak ihtimal" mi? Hayır değil. Aslında tam anlamıyla konu da bu değil...

Galata'ya tayini çıkan Musa bir müezzindir, Galata'da bir lojmona yerleşir ve hemen yan komşusu olan Clara'dan hoşlanır, Clara ise senelerce senelerce önce Galata'da doğmuş bir İtalyandır.

Ah be Musa sırf Clara'yı mutfak penceresinde bir an görebilmek için saatlerce aynı tabakları yıkaman(zaten 3-4 tabağın var), tüm titirlerinden sıyrılıp sırf Clara'ya yakın olabilmek için kliseye gitmen, onunla tesadüfen karşılaşıyor izlenimi vermek için köşe başlarında beklemen, yemeğe Clara gelecek diye bin saat ne giyeceğini düşünmen.... iyi de Musa niye elini tutmadın gitme diye, niye söylemedin sevdiğini, niye zamanı değildi, niye yaşayamadın sen de?

Kimbilir, belki de Musa yaşadı biz tükettik. Belki de Musa aşk denilen şeyi iliklerine kadar hissetti aşk ile yaşadı, biz ise sadece aşkı tükettik...

Bazen seneler sürmesi gereken şeyi bir günde kazanabiliyoruz. Peki kazancımız ne, hemen yaşamak mı? kapsül ilişkiler mi yaşıyoruz, alıyoruz yutuyoruz yaşadık sanıyoruz etkisi bitince bir daha mı istiyoruz? Her şey bu kadar mı? al, tüket... biriyle el ele tutuşabilemk için aylarca fırsat kollamak mı, yoksa bir gecede sevişip bitirmek mi? kafam çok karışık yawwww...

sanırım filmin adının "uzak ihtimal" olması da burdan geliyor, günümüze oldukça uzak... ama bir gitme kal deseydin be Musa, bir elini tutsaydın Clara'nın....

12 Ekim 2009

Nabokov'dan Sezen'e tutarlılık ve açıklık

“şu son bir sene boyunca, ileri derecede gelişmiş ancak her bakımdan normal zihnimin kendini kollarına bırakmaktan hoşlandığı mantiki mimarinin sergilediği açıklık ve tutarlılığı her yönüyle sınadım” (Vladamir Nabokov “cinnet” kitabından)

Tutarlılığı ve açıklığı samimiyeti seven bir insanımsıyım ve böyle insanımsıları da her zaman yanımda tutmak isterim. Çok prensipli bir insan imajı çizmiş olabilirim ilk cümleden, evet kendimce uygulamaya çalıştığım prensiplerim var. Prensip sahibi değilim yani, olmaya çalışan bir varlığım.

Varlıkların hayata/yaşama karşı şımarıklıklarına, kendi yaşamlarındaki hoyratlıklarına, karşısındaki varlığa bu şımarıklık ve hoyratlıklarıyla yaşattıkları vahşiliklere hepimiz şahit olmuşuzdur ister istemez.

Özellikle şu son bir sene boyunca, vakti gelip kullanılan, arıza durumunda acil olarak kullanılması gereken, savaş, deprem ve bunun gibi doğal afet durumlarında ilk yapılması gereken benim aranmam olunca ister istemez bu kendi “doğal afet”imin koşullarına karşı bir tutum sergilemem ve bunu tutarlı bir şekilde hayata geçirmem gerektiğine inandım. Hayatta her inandığım şeyi “tutarlı” bir şekilde arada bir hayata geçirmişimdir…. : ) sanırım şu sıralar arada bir yerdeyim ki hayata geçiriyorum.

Varlıklar hastalanmasınlar, zor durumda olmasınlar mümkünse her zaman da mutlu olsunlar; bunu varlıkların sıhhati rahatı ve huzurları için değil, kendi çıkarım için istiyorum. Florance Nightingale, Sister Teresa, hele hele teselli orospusu hiç değilim… sırf bu yüzden varlıkların da iyi geçinmesi için elimden geleni yapıyorum.

Kimseyi değersiz, kendimi de değerli olarak görmüyorum. Kendime de başkalarına da hak ettikleri değeri “açıklık” içinde sunmaya gayret ediyorum. Herkes yaptığı şeyin bedelini ödemek zorunda olduğunu ısrarla savunuyorum, ki ben de bu borçlu listesinin başında yer alıyorum…

Hepimizin yöntemi farklı tabii kendimizi karşı tarafa “tutarlılık” ve “açıklık” içerisinde anlatmak için bu yüzden gülümseyelim bir fotoğraf çekinelim en tutarlı ve en açık halimizi geleceğe iz bırakalım….

Her neyse, doğumumdan bugünüme kadar tutarlı olarak tek yapabildiğim şey kendime düşman yaratmamam ve başkasının bana düşman olmasını sağlayacak eylemlerde bulunmamam. Bu noktada Nabokov’dan Sezen Aksu’ya bir geçiş olsun: “düşman değilim ama düştün gözümden” sözü sanırım en “açık” görüşlerimi en özet haliyle sunuyor.

4 Ekim 2009

Apo’ya

Asya girdi gireli hayatına

Baba olmuş almış koynuna

Dar gelir giydiği yaşam, hayatına

Uymak ister o da İstanbul’un akışına.

Lakin bilmez neler var burada

Lazım sana Fehmi gibi bir arkadaş arkanda

Ama Tuğçe’yi de unutmadan

Hala var bir ümidim biliyorsun, bu piyasada…

 

 

Al Asya’yı gel buralara

Takılırız evde içeriz viski kola

Masaya da koyarız koca bir çikolata

Ararız Pınar’ı da yaparız sana da makarna

Canın çekerse ayrıca kitap okuma

Alırsın kitabını gidersin odana

Sen şiir sevmezsin bu yüzdendir bunca kafiye kasma

Oysa biz de bilirdik edebi şiir yazma

Yaş günün kutlu olsun bunu da derim koyarım üç nokta…