24 Ekim 2009

Şafıl’ın bana ettiği BU MU!

Hayatımın en geyik günlerini yaşıyorum, geyik belki yanlış olur, ama geyikli rahat günler yaşıyorum diyebilirim. Sabah erkenden kalkıp üç araçla taaaa Allahın Sefaköyü’ne gidiyorum, biraz çalışıyor gibi yapıyorum, sonra öğle yemeği yiyorum, sonra yine çalışıyor gibi yapıyorum, bol bol Senem’le geyik yapıyoruz, akşam oluyor eve dönüyoruz. Evde de birazcık çalışıyorum sonra içki içerek uyuyorum. Çarşamba akşamları Yaprak Dökümü, Perşembe akşamları da Aşk-ı Memnu izliyorum tabii..

Aslında tam da istediğim hayat bu; ama bu hafta sonundan sonra bu bitecek, tahminimce günde 18 saat çalışıcam, neyse ki mekanlar evime yakın, Yıldız Parkı, Fatih, Tarlabaşı vs… Kısacası son hafta sonum olduğu için bir Taksime çıkayım dedim, hazır bir barda canlı Rembetiko da varken.

Senemle Taksim’e geldik, Senem sevgilisiyle buluştu, Nevizade’ye rakı içmeye gitti, ben de zaman öldürmek için, biraz da zevk aldığım için, yürümek istedim yalnız başıma, zaten bara da yalnız gitmeyi düşünüyorum, kulağıma kulaklıkları taktım, yürütme modunu da “şafıl” yaptım. Son zamanlarda Mirkelam takıntım yine nüksettiğinden, daha çok Mirkelam şarkıları yüklemiştim ve ilk şarkı doğal olarak Mirkelam’dan geldi, “tanrının bana verdiği hazinede ucuzmuşsun değmezmişsin, katilimsin sen katiliiimsiiiiiiiiiiiiiiiin kalbimde parmak izin var, kalbimdeeeee parmak izin var”. Tabii ki beni benden aldı şarkı. Bitince takıntılı bir insan olduğum için tekrar dinlemek istediysem de, şafıl moduna niye soktun o zaman, çelişkisini kendimde yaşamak istemediğimden, tutarlılı kalarak bir sonraki şarkıyı bekledim.

-B-

Vals De Melody: ilk sevdiğim insanla ayrılık şarkımdı. Jane Birkin’i o yıl tanımıştım yıl 2003, ilk sevgilime de dinletmiştim o da bayılmıştı, o yaz tesadüf bu ya, İstanbul’da konseri olmuştu, ben İzmir’den gelmiştim, beraber Jane Birkin konserine gitmiştik mest olmuştuk. Tabii her sevgili gibi ayrılmıştık, ilk olması ayrılmama lüksünü vermiyordu kimseye, bunun farkında değildim; aylarca yatak döşek yatmışlığım olmuştu ve deliler gibi bu şarkıyı dinliyordum. O keman yayının midemde yaylandığını midemi tahriş ettiğini düşünürdüm ve öyle hissederdim. Vals De Melody bitti, biraz maziye gitmek hoşuma gitmişti, İstiklal’de yalnızdım yürüyordum, yüzüm gülümsedi, azıcık da hüzünlendim…

Bir sonraki şarkı başladı.

-U-

“Ben Sevdalı Sen Belalı” hem de Selami Şahin’den. Bir ayrılık şarkısı daha dedim, biraz daha hüzünlendim, Starbucks’ın ordaydım, kahve mi içsem dedim, sonra tutumlu olasım tuttu, yürümek iyidir dedim. Çekmeye razı değilim kimsenin kaprisini dedim, razı olduğum günler aklıma geldi, “güzel günlerdi lan” dedim, o an yanımdan Üniversiteden tanıdığım biri geçti ismini hatırlamıyorum birbirimize gülücükle selam verdik, biraz sonra da şarkı bitti…

-M-

Yine Mirkelam bu sefer “Odalarda mahsur kaldık”. En travmatik anısı olan şarkılardan biriydi. U ile bitmişti M ile çıkmaya başlamıştım, M ile de bitmişti. İçimde vicdanın en görkemli, en heybetli, en kasvetli hali vardı. U’ya karşı yaptığım haksızlıklar, M’nin ölüm döşeğinde yatıyor olması….. İzmir’de evimdeydim, yalnızdım ve her zamanki takıntılıydım müzik konusunda. Mirkelam’ın Mutlu Olmak İstiyorum albümü yeni çıkmıştı. “Acı ve Aşk”, “Eksilerle Artılar”, “Odalarda Mahsur Kaldık” şarkıları sürekli çalışıyordu. Her gün her akşam bir şarkı seçiyordum o gün o akşam o şarkıyı dinliyordum. O gece “odalarda mahsur kaldık” şarkısının sırasıydı. Vicdanım kaslarıma vurmuştu, ve bilgisayarın başında çenem kitlenmişti. Hastaneye o hep sevdiğim yalnız halimle gitmek ayrıca fena koymuştu o gece. Ölüm döşeğinde olan hala ara ara karşıma sapasağlam çıkıyor, rastlaşıyoruz. Bir gün soracağım ama bu yalanına karşılık “sen hala ölmedin mi?” Bu sefer gülümseyemedim şarkı çalarken, çenemi sağa sola oynattım, şarkının bitiş melodisini ve Mirkelam’ın “aaaaaaaaaa” lamasını bekledim. O “aaaaa”ladı ben ağlamak üzereydim.

-U-

Yeni şarkı başladı, Aşkın Nur Yengi, “Elveda”. yok bunu kaldıramayacaktım. Kulaklığımı çıkardım, Taksim Havaş’tan Ercan’daki Pasaport kontrolüne kadar (iniş ve kalkış hariç) bu şarkıyı dinlemem bana yetmişti, bu kadar ayrılık şarkısından sonra bir de bunu dinleyemeyecektim, bu arada Galata Mevlevihanesini de geçmiştim.

Kendimi Galata Kulesinin altındaki çaycıya attım, bilgisayarımı açtım ve bunu yazmaya başladım. Şafıl’ın bana ettiği buyken, hayatımın insanlarının baş harfleri kronolojik olarak sıralandığında B.U.M.U olması biraz garip biraz ironik. Hayatımın toplamı resmen B.U M.U!

14 Ekim 2009

Kapsül Hayatlarımıza "Uzak İhtimal"

Galatada senelerce senelerce evvel bir klisenin kapısı çalınmış, dışarda sağlam bir yağmur ve hamile bir kadın var. Klisenin kapısını bir rahibe açar içeriye doğmakta olan bir bebek girer, annesi zamanın bittiği yerde kalır. .

uzun süredir, sinemaya bu kadar sık gitmemiştim, eski formuma kavuşmak üzereyim. herşeye vakit ayırmak zor oluyor sonuçta, vakit ayırdığımızda da herşeyi kapsül şeklinde, konsantre bir biçimde alıyoruz; al, yut, yaşamış ol...

büyük şehir buhranı dedikleri şey bu olsa gerek: sabah kalk giyin, saatler süren bir yolculukla işe git, çalış, hızlı bir şekilde öğle yemeğini ye, sigaran tam bitmeden yeniden işinin başına dön, sonra o saatler süren yolun ters şeridini kullan. enerjin varsa bir arkadaşınla ayaküstü yemek ye, ayaküstü bişeyler iç ; ya da ayaküstü muhabbet et.

Sanırım yakın zamanlarda her olayın kapsülü çıkacak "Ayşe ile kahve içme kapsülü" Ayşe ile kahve içmek istediğimiz zamanlar, ya da sohbet etmek istediğimiz zamanlarda"Ayşe ile sohbet kapsülü" imdadımıza yetişecek.

"uzak ihtimal" mi? Hayır değil. Aslında tam anlamıyla konu da bu değil...

Galata'ya tayini çıkan Musa bir müezzindir, Galata'da bir lojmona yerleşir ve hemen yan komşusu olan Clara'dan hoşlanır, Clara ise senelerce senelerce önce Galata'da doğmuş bir İtalyandır.

Ah be Musa sırf Clara'yı mutfak penceresinde bir an görebilmek için saatlerce aynı tabakları yıkaman(zaten 3-4 tabağın var), tüm titirlerinden sıyrılıp sırf Clara'ya yakın olabilmek için kliseye gitmen, onunla tesadüfen karşılaşıyor izlenimi vermek için köşe başlarında beklemen, yemeğe Clara gelecek diye bin saat ne giyeceğini düşünmen.... iyi de Musa niye elini tutmadın gitme diye, niye söylemedin sevdiğini, niye zamanı değildi, niye yaşayamadın sen de?

Kimbilir, belki de Musa yaşadı biz tükettik. Belki de Musa aşk denilen şeyi iliklerine kadar hissetti aşk ile yaşadı, biz ise sadece aşkı tükettik...

Bazen seneler sürmesi gereken şeyi bir günde kazanabiliyoruz. Peki kazancımız ne, hemen yaşamak mı? kapsül ilişkiler mi yaşıyoruz, alıyoruz yutuyoruz yaşadık sanıyoruz etkisi bitince bir daha mı istiyoruz? Her şey bu kadar mı? al, tüket... biriyle el ele tutuşabilemk için aylarca fırsat kollamak mı, yoksa bir gecede sevişip bitirmek mi? kafam çok karışık yawwww...

sanırım filmin adının "uzak ihtimal" olması da burdan geliyor, günümüze oldukça uzak... ama bir gitme kal deseydin be Musa, bir elini tutsaydın Clara'nın....

12 Ekim 2009

Nabokov'dan Sezen'e tutarlılık ve açıklık

“şu son bir sene boyunca, ileri derecede gelişmiş ancak her bakımdan normal zihnimin kendini kollarına bırakmaktan hoşlandığı mantiki mimarinin sergilediği açıklık ve tutarlılığı her yönüyle sınadım” (Vladamir Nabokov “cinnet” kitabından)

Tutarlılığı ve açıklığı samimiyeti seven bir insanımsıyım ve böyle insanımsıları da her zaman yanımda tutmak isterim. Çok prensipli bir insan imajı çizmiş olabilirim ilk cümleden, evet kendimce uygulamaya çalıştığım prensiplerim var. Prensip sahibi değilim yani, olmaya çalışan bir varlığım.

Varlıkların hayata/yaşama karşı şımarıklıklarına, kendi yaşamlarındaki hoyratlıklarına, karşısındaki varlığa bu şımarıklık ve hoyratlıklarıyla yaşattıkları vahşiliklere hepimiz şahit olmuşuzdur ister istemez.

Özellikle şu son bir sene boyunca, vakti gelip kullanılan, arıza durumunda acil olarak kullanılması gereken, savaş, deprem ve bunun gibi doğal afet durumlarında ilk yapılması gereken benim aranmam olunca ister istemez bu kendi “doğal afet”imin koşullarına karşı bir tutum sergilemem ve bunu tutarlı bir şekilde hayata geçirmem gerektiğine inandım. Hayatta her inandığım şeyi “tutarlı” bir şekilde arada bir hayata geçirmişimdir…. : ) sanırım şu sıralar arada bir yerdeyim ki hayata geçiriyorum.

Varlıklar hastalanmasınlar, zor durumda olmasınlar mümkünse her zaman da mutlu olsunlar; bunu varlıkların sıhhati rahatı ve huzurları için değil, kendi çıkarım için istiyorum. Florance Nightingale, Sister Teresa, hele hele teselli orospusu hiç değilim… sırf bu yüzden varlıkların da iyi geçinmesi için elimden geleni yapıyorum.

Kimseyi değersiz, kendimi de değerli olarak görmüyorum. Kendime de başkalarına da hak ettikleri değeri “açıklık” içinde sunmaya gayret ediyorum. Herkes yaptığı şeyin bedelini ödemek zorunda olduğunu ısrarla savunuyorum, ki ben de bu borçlu listesinin başında yer alıyorum…

Hepimizin yöntemi farklı tabii kendimizi karşı tarafa “tutarlılık” ve “açıklık” içerisinde anlatmak için bu yüzden gülümseyelim bir fotoğraf çekinelim en tutarlı ve en açık halimizi geleceğe iz bırakalım….

Her neyse, doğumumdan bugünüme kadar tutarlı olarak tek yapabildiğim şey kendime düşman yaratmamam ve başkasının bana düşman olmasını sağlayacak eylemlerde bulunmamam. Bu noktada Nabokov’dan Sezen Aksu’ya bir geçiş olsun: “düşman değilim ama düştün gözümden” sözü sanırım en “açık” görüşlerimi en özet haliyle sunuyor.

4 Ekim 2009

Apo’ya

Asya girdi gireli hayatına

Baba olmuş almış koynuna

Dar gelir giydiği yaşam, hayatına

Uymak ister o da İstanbul’un akışına.

Lakin bilmez neler var burada

Lazım sana Fehmi gibi bir arkadaş arkanda

Ama Tuğçe’yi de unutmadan

Hala var bir ümidim biliyorsun, bu piyasada…

 

 

Al Asya’yı gel buralara

Takılırız evde içeriz viski kola

Masaya da koyarız koca bir çikolata

Ararız Pınar’ı da yaparız sana da makarna

Canın çekerse ayrıca kitap okuma

Alırsın kitabını gidersin odana

Sen şiir sevmezsin bu yüzdendir bunca kafiye kasma

Oysa biz de bilirdik edebi şiir yazma

Yaş günün kutlu olsun bunu da derim koyarım üç nokta…

28 Eylül 2009

Beğendim..

Beğen... çok sık kullandığım bir facebook linki. tıklıyorsun beğeniyorsun. arada beğenmekten vazgeç de diyebiliyorsun neyse ki; sonuçta beşeriz şaşarız, ya da her gün değişebilme ihtimallerimiz var. bugün beğendiğimizi yarın beğenmiyor olabiliriz, ertesi gün girip beğenmekten vazgeçe tıklayıp beğenmediğini ilan edebilirsin.



Beğeni denen şey öyle bir anlık mı? diye bir soru sorup, romantik nostaljik entel bir yazıya çeviresim var postu. Ne bileyim, eski bayramları anlatan bir yazı duygusunda olsun diyorum. herneyse öyle bir isteğim var ama uygulama yapasım yok. Bu içimde kalan bişey olsun...



Beğeni'nin toplumsal psikolojik ekonomik bin bir tane nedeni var elbette ki ama en önemli beğeni nedeni yaratılan ya da yaratılmaya çalışan imaj kaygısıdır. kendimizce "biz buyuz" demenin başka bir yöntemidir beğenileri dile getirmek ya da göstermek.

Facebooktaki beğen linkinin bir çok sebebi var zannımca:
1- seni beğeniyorum
2- seni izliyorum
3- ilgi alanımdasın
4- cidden beğendim
5- geçen yaz naptığını biliyorum
6- yorum yazmaya üşeniyorum "beğendim"
7- bensiz demek yılbaşında paristeydiniz HIH anlamında "beğendim"
.......... diye uzayıp gider.

bunlar çok eğlenceli bir o kadar da insani duyguların samimi göstergeleri. benim en illet olduğum "siyasi propoganda" yapılan videoların beğenilmesi. millet açlıktan ölüyormuş, imf dünyayı sömürüyormuş, dünya bankası sayesinde dünyada bu kadar bu kadar kişi ölmekteymiş, travestiler öldürülmüş, ırak'ta milyonlarca askerimiz ölmüş, Amerika yakında bizi vuracakmış vs vs vs vs vs....

altında bir not "patthy diphusa bunu beğendi" ve necmettin erbakan'ın yıllaca yaptığı o işaret. baş parmak havada yumruk sıkılı. "ok" anlamında. allah belanı versin "patthy" diyesim geliyor. insanların ölmesini mi beğeniyorsun... nedense herşeye karşıyım... arada şuursuz muhalefet bile yapmışlığım olmuştur ama bu "ben duyarlıyım" imajından başka bişey değil. peki ya bu facebook sahiplerinin sermayesi hakkında ne düşünüyorlar onu çok merak ediyorum.

24 Eylül 2009

oto-biyo-grafik 1

ah oedipus’um nasıl çocukluğumu yazasım , ya da ergenliğimi anlatasım  var Freud’u karşıma alarak anlatamam. çocukken yaşadığımız evin bahçesindeki zeytin ağacının falliksel ve tarihsel anlamlarını araştırıp, şu anki balkonumda yetişmeyen çengelköy salatalıkların neden yetişemediğini sorgulayasım  , botaniklçiler bir o kadar da sosyal bilimcilerle mesafeli ve tamamen teorik konuşasım var.

giymek istemediğim t-shortleri her gün ne giysem diye düşünmekten giydiğim zamanlarım da olmuştur benim, ya da orhan pamuk okuma girişiminde  bulunup her defasında yarım bırakmışlığım. ayrıca halk danslarında oynamışlığım da yalan değil.

en sevdiğim meyveyi bilmeyişim, mavi mor laciverti birbirinden ayıramayışım kimden bilmiyorum ama; en sevdiğim rakamın 7 oluşu ayrıca bamya’yı seviyor oluşum benden . aynalara biraz temkinli yaklaşmam da Lacan’dan ötütü.

29 Haziran 2009

Figenya

Cok acaip bir ruh halindeyim. Kendimden daha yetersiz insanlarla bir arada olmak sanırım bana mutluluk veriyor.
Bunu yeni yeni kabullendim. Film çekimindeyiz  ama  al birini vur ötekine. İstiklalde the Godfather ın müziğini çalan ıslıkçı adamdan daha  az sinema  bilgileri var. Tanrım kim bunlar?
İçten içe de hoşuma gitmiyor değil yani. Sonuçta onların da  dünya görgüsünden haberleri olmalı değil mi?
Bu genç sanat camiiası bana öğrenci evlerini hatırlatıyor. Kuru ve dağınık.
Mahallede yaşıtım kızlar koca peşindeyken ben kokteylerden kokteylere koşar ve şahjeneliğimle göz  dolduruyordum. Bir keresinde yerli bir parfüm tanıtım teklifi almıştım. Elbette ki kabul etmedim. Fakat, aklıma cin bir fikir geldi. Hemen kendime Europe menşeiili bir parfüm markası aradım. Meğer o günlerde Dior Türkiyeye girmek istiyor. Eski tanıdıklarımız mevcut çok şükür. Hemen konuştuk adamlarla Dior'un Türkiyedeki yüzü olacaktım. Neyse efendim taa zamanında jakuzili hotel odası isteğimi de kabul ettirmiştim. Tanıtım için müthiş pembe bir tuvalet yaptırmıştım.  Aç erkek gözleri arasında kırmızı halıda yürürken::Memduh Bey!. Beni daha önce isteyen yerli parfüm markasının satış sorumlusu. Hiç yakıştıramadık falan diye bişeyler geveledi. Ne münasebet canım, ben yalnızca  kaliteli markalarla çalışırım dedim usule uygun şekilde. Usulumu anlamamış olacak ki terbiyesizlik bastı bana. O kadar basılmış olan ben ilk kez terbiyesizlikle basılıyordum bunun altında kalmadım. Derken olaylar gelişti adamla birbirimize girdik. Saç-baş darmadağın. Elbisemin omuzu yırtılmış göğüs dekolteme bakıp salya akıtan adamlara mı bakayım Memduh P.zevengini mi yolayım şaşırdım. Tabii olay basına  yansıdı. Dior bu bizim şovumuzdu dedi, zamanın o.ospu mankeni Figenya'yı hemen öne sürdüler. Figenyaymış oros.u. Kim hatırlıyor seni şimdi.
Dior un kokar parfümü ülkede hiç tutmamıştı da rahatlamıştım bir nebze. E şimdi bu settekilerin hangisi Dior2u biliyor acaba?
Sefiller.
Oysa bende figenya oros.usu gibi bir aramatör bulup kapaklasam ne işim olurdu bu settekilerle. Durum bu yani. Ben özgürlüğü seçtim.

böyle buyurdu Halil

25 Haziran 2009

“Taraf” Olmak Ya Da “Posta” Koymak

Bir roman, bir şiir okudum, bir film izledim hayatım değişti cümlelerini az çok duymuşuzdur, klişedir; klişe olduğu için de kullanırız. ama sanırım ben bir gazete okudum ve hayatım değişti.

bundan 3-4 gün önce taraf gazetesinin tarihi 21 haziran gösterse de; 22’sinde okuduğum bu gazete, benim hayatımda çok şey değiştirdi. belge, mahcubyan gibi yazarları okurken, bir ses “bu eve taraf gazetesi giremez, bu evde taraf gazetesi okunamaz”…. olay böyle başladı, eski davalar da açıldı, sonra da tüm davalar kapandı, birbirimize “posta” koyduk…

Peki ya Posta okusaydık? En azından haydar dümen var; ilişkiyi rayına oturturdu……

10 Haziran 2009

Sen Soktun, Sen Çıkar

şu an sıkıntıdan patlamak üzereyim. saat 12:00den beri, ofisteyim, güya çalışmak için geldim, geldik. sanat grubu, kostüm grubu, reji grubu, saç makyaj hep beraber oturduk, ofice eğlencesi yapıyoruz güya. rehabilitasyon merkezi gibi burası.

birileri sos oynuyor, birileri kitap okuyor, birileri netten ispanya turu için fiyat ediniyor, birileri faceebookta (ki o ben oluyorum) pet society, Chain RXN oynuyor falan filan…

niye diycekseniz, iş yok şu an ve bundan önceki anlarda da. bir ara sıkıntıdan kalktım ofiste yaşayan Golden Efes’i taradım, ona da söyledim, “senin baban yapımcı ama bu iş tutmıycak, rızkınla oynuyorlar oğlum, bak şimiden ihmal ediliyorsun, kaçıncı kez aynı yerden tarakla geçtim, bak hala avuç avuç tüy geliyor”. Sonra Efes’le bakıştık, Efes’in gözleri doldu, dayanamadım ; “tamam yavrum ben senin için çalışıcam” dedim.

senaryonun 15. kez değiştirilmesini bekliyoruz burda ekipçe. Sinema filmi diye özeniyorlar, ama bugün iki replik veriildi bana: “bi kontrol eder misin bu replikler senaryoda var mı; yoksa ekliycem” nasıl yani::S kim yazıyor ki bu senaryoyu. insan yazdığını bilmez mi. ben tabii yine her zamanki çok bilmiş tavrımla, repliklere bir göz attım, hafif çenemi havaya kaldırdım, gözlerimi çok açmadan “hayır bunlar yok” dedim. özgüvenime hayran kalıyorum böyle durumlarda. olsun yine de bir kontrol et denildi, iyi dedim, zaten başka da bir işim yok, ettim. nitekim yine haklı çıktım yoktu. o an dilim “hayır bunlar yok derken”, iç sesim “bunlardan replik olmaz, sen şiir yaz” dedi. böyle durumlarda hem ikiyüzlü hem de kendimden emin olabiliyorum…

Senaryoyu bir türlü başından beri sevemedim, ne bileyim belki iyi bir senaryo olabilir, ama bana hitap eden bir tarzı yok. kazananlar her zaman kazanmış olabilirler mi acaba? temalı,bir film. sanırım afişinde de “Melekler ve Kumarbazlar” yazısı altında çıkacak 12 puntoyla “kazananlar her zaman kanazmış olabilirler mi acaba?” haaala.

akşama yemeğe misafir de var. Eski yönetmenim Merve bana gelecekti, ama sanırım ben akşama senaryoyu, Merve de beni bekleyecek. sanırım birazdan arayıp, az önceki kendine güvenen fehmi’den eser kalmayarak, eğilip büzülerek özür dileyecek. yani ama bu kadar da olmaz. dün tüm gece sarma sardım, yemek hazırladım bugün burda bu akşam tost yemek…..

herneyse ben çok sıkıldım. arada bir insanlar derler ya “çığlık atıp kaçasım var” diye, ben bunu söylemek değil, direkt eyleme geçirmek istiyorum. şu an odada toplantı başladı…. az sonra Yakut’a devredicem o da hislerini size balmumcu’dan ileticektir….

acaba kazananlar her zaman kaybedermi merak etmekteyim.. aslında merak ettiğim şeyleri yazmaya anlatmaya kalksam işin içinden çıkamam diye korkmaktayım.

o kadar değişik bi şirket havası varki gercekten şaşırmamak büyük ayıp olur.örnekle betimlemek istiyorum ; cips yiyenler,göbeğine vurup ses çıkaranlar,oyuncuları odaya kapatıp filmdeki rolünü anlatanlar vs vs.. şu anda ilgi odağı olmaktan gurur duyuyoruz fehmiyle..akşama süpriz olacak olan bu blog daha basıma girmeden çok ilgi gördü.bunca insan burada film çekme münasebetiyle buluşmuş fakat filmden bi haber konuşmalar olunca iş maksadını yitirmiş hissine kapılmama neden oluyor.5 gün sonra film çekilmeye baslanacakmıs henüz oyuncular belli değil . he ayrıca teknik ekibimizin sevilen arkadaslarından birinin bugun doğum gunuymuş..samimi bi şekilde bizden doğum gununu kutlamamızı istiyor. delimisin arkadasım sen tanısalı iki gun olmuş ben senin doğum gununu kutlarım tabi ama benden samimiyet neden bekliyosun ? peki neden yavuz bingöl’ün sesi tiz ya da bas değil ? bu da bu blog yazılırken duyduğum bir tartışma konusu.evet evet şirketteyiz hala orada konusulan konular.. su anda tek mutlu olduğum konu yukarda mutfakta hazırlanan yaş pasta .. onu yiyip hemen eve gitmek istiyorum..bilmiyorum kaçıncı kez senaryoyu okuyacağım.

bu blogta kah gözyaşı kah kahkaha kah mutluluk kah sinir var..bunu bilerek okuyun beni sevindirin. teşekkür eder yerimi su anda burda bulunup düşüncelerini paylaşmak isteyen bi baska arkadasa bırakmak isterim sevgiler..Yakut

ve yeniden ben….

sonunda  evet, şükrü de patladı, sıkıntılıymış, patlamak üzereymiş….

hep beraber söylüyoruz… sen soktun sen çıkar….

2 Haziran 2009

Bir Yudum Sohbet’e beklerim!

Ara ara bazı şarkıları günlerce haftalarca  döndürüp döndürüp dinlediğim olmuştur,  hatta bu şarkıları yüz yıllar boyu dinleyebileceğimi filan da sanıyorum.

Çocukken evimizin sol dibindeki evde ananem ve dedem, sağ taraftaki köşeyi dönünce de Babaannemler yaşarlardı.  Abim genellikle ananemlerde bense genellikle babaannemlerde vaktimi geçirirdim. Daha doğrusu abim ananemin evinin önünde futbol oynardı, ben babaannemin evinde babaannemle temizlik yapar, temizlik yaparken de şarkılar dinlerdik. Babaannem o zamanlar ın hit şarkısını “gökten yağmur değil sevgiler yağsın” ve “yağdır mevlam su” olarak belirlemiş, bu şarkıları  dinlemesek de söylememiz farzdı. O zamanlar “r” harfini de söyleyemiyordum. Amcam işten gelirdi, gitarını alırdı o çalar bense okurdum “yaydır mevlam su”  diyerek. Arada da babaannemle göbek atardık ne alakaysa.. Şimdi düşününce biraz garip geliyor babaannemle evde göbek atmamız aynı anda da amcamın gitar çalması…. Herneyse babaannemin müzik zevki de yıllar sonra değişmişti elbet; bir ara favori şarkısı Demet Sağıroğlu’ndan “Tanrıya seni ben şikayet ettim; çünkü sen aşkıma ihanet ettin” şarkısıydı….

Lise yıllarında Janis joplin’in  pek duygulu söylediğine inandığım “crrrrrrryyyyyyy baybeeeeeeeeeeeeeeeee” çığlığını  yüzbinlerce kez dinlediğimi , ardından the Cranberries’in çok ağlangaçlı olduğuna inandığım “in the ghetto” şarkısıyla ne geceler geçirdiğimi bir ben bilirim, bir Melek bir de Yena…

Yena, Melek, ve ben  Lefkoşa’daki okuldan kaçar, mağusa’ya giderdik. en hippi en bluescu en rockçı t-shortlerimizi çantalarımıza koyarak… Surların üstüne çıkar,  yine aynı çantaların içinde bulunan cd çalarlarımızı hoparlörlerimizi cdlerimizi çıkarıp Sinead o’connor ‘ı defalarca dinlerdik, sonra okuldan dönmüşcesine okul çıkış saati eve gidip, odaya kapanıp mumlar yakıp yine aynı .şarkıları dinlerdik. Ama nedense akşamları da parkta buluşunca fasıl söylerdik, özellikle Ülkü ile  favorimiz en bilindik, aynı zamanda en sevmediğim şarkılardan biri olan “biz heybelide her gece mehtaba çıkardık” şarkısını söylerdik, meyanına asla çıkamazdık çünkü şarkının meyan kısmındaki sözleri bilmezdik.

Yine aynı dönemde Işın Karaca çıkmıştı: “Tutunamadım”, o zamanlar nedense Neslihan’la çıkıyorduk, iki tane kasetini almıştım, biri Neslihan’a verilmek üzere alınmıştı, biri de kendime… öyle garip bir dönemdi hem blues, hem rock, hem türk sanat müziği, hem pop… 

Tabii bi de bu zaman zarfında çılgınca klasik batı müziği piano derslerine gidiyordum annemin zoruyla. lise 1’in sonunda dayanamayıp anneme klasik müzikten nefret ettiğimi, 7 yılda anca nefret ettiğimi anladığımı filan söyledim.

üniversite yıllarımı ikiye ayırıyorum, bir döneminde çılgınca Björk, Tori Amos, Aziza Mustafa Zadeh, PJ Harvey, Jane Birkin yaklaşık 2-3 yılıma anlam ve renk kattı.. Türkiyede öğrendiğim bu şarkıları ve şarkıcıları kıbrıstaki arkadaşllarımla paylaşıyor, daha sonra onlar da bir şekilde bana birşeyler yolluyorlardı. kıbrısa gidince de çılgınca hepberaber dinliyor anlamsız bir alaturka ruh haliyle “ahhhh ahhh” diyorduk. yena’yla bazen sadece tori amos’un caught a lite sneeze şarkısının “may be she will may be she wiiiil” sözünü bekler, orası gelince de muhteşem bir saygı duyardık. hiç unutmam yena ile yine bir gece, yine tori amos dinlerken, bu sefer şarkı “i don’t like Monday”di, saçma bir şekilde öpüşmeye niyetlenmiş, hatta öpüşmüş sonra uyumuştuk…

Sonraki dönemde nerden estiğini anlamadığım bir türk sanat müziği dinleme söyleme hevesi… Okulun korosunda “ölürsem yazıktır”lar, “ey çerhi sitemger dili nalana dokunma”lar… sadece türk sanat müziği dinleyen biriolmuştum. atıyorum dönülmez akşamın ufkundayız şarkısını bilmiyosam ve koroda o şarkı çalışılıyosa ve ben o şarkıyı çok sevmişsem, sadece “dönülmez akşamın ufkundayız” şarkısını  haftalarca otobüste, durakta, evde dinliyordum.

Türk Sanat Müziği de kesmeyince, Klasik Türk Müziği korosuna gitmeye azmettim, sınavla filan alıyolardı, sınava da girdim, koroya da alındım. hayatımın en güzel şarkılarını orda öğrendim diyebilirim… “ah kani yadı lebinle huş ettiğim o demler”, “nihan ettim seni sinemde ey mehpare canımsın”, “gözümde daim hayali cana”, “yandıkça oldu suzan kalbi şerer feşanım”…….. haftanın iki günü hem bu şarkıları öğrenebilmek, hem de söyleyebilmek için ta üçkuyulardan karşıyakaya gidiyordum… (sanırım izmirde en çok özlediğim günler o günlerdi)….. bu şarkıları öğrenebilmek de o kadar kolay değildi, tsm gibi 10-15 kez dinleyince olmuyor, en az iki hafta yoğunlaşmak lazımdı, giyinirken, yemek yaparken, bilgisayar başında, temizlikte, yolda sokakta her an dinlenmesi, banyoya girince de icra denemelerine girişilmesi gereken şarkılardı.

okul bitti, doğal olarak izmir günleri de bitti, peki şimdi herhangi bir müzik zevkin var mı deseler verecek bir cevabım yok; ya da pop müzik diyebilirim. aslında bu kadar ayrıntı girme gibi bir niyetim yoktu, enikonu Ziynet Sali’nin Beş Çayı adlı şarkısını haftlardır dinlediğimi yazacaktım, dağıldım… “bütün hatırlarıma saygılar arz ederim”lik, “ama unutur muyunm asla, niye unutayım”lı bir yazı oldu. bahsi geçen insnlara da “olur da yolunuz düşerse bir kahveye uğryaın derim, ya da beş çayına bir yudum sohbete beklerim” demek istiyorum…birileri italyada birileri kıbrısta ben burda… ben de uzun bir yola gittik farzederim……

21 Mayıs 2009

çoooook canım yanıo!

bana bir cümle söyle dedim “yandım” dedi. dedim bunun neresi cümle, ben bu cümleyle nasıl bir yazı yazayım? yok dedi bu bir cümle, yandım kim yandıım ben yandım, öznesi var yüklemi var o zaman cümledir dedi. iyi tamam dedim konuyu kapattım.

peki yanmak nedir, vikipedia’ya göre “Birleşimindeki karbon nedeniyle ısı ve ışık yayarak kül olmak.” demektir. yıllar önce yankı kelimesinin de yanmak fiilinden türediğini öğrenmiştim bundan dolayı da şaşırmıştım.

peki bu etimolojik ve dilbilimsel açıklamaların burada işi ne diyecek olursanız, inanın ki can sıkıntısı.  ya da  rehavet bunalımı diyebiliriz. aslında son bir kaç aydır rehavet bunalımı yaşamıyorum. düzensiz işler, sevgili ile problemler, Asiye’nin azması, babamın seçimi kaybetmesi, gün be gün azalan bankadaki bakiyeler vs…. iç açıcı bir tablo yok açıkçası.

ayrıca her gün akşam üzeri Asiye ile çıktığımız parka da artık gidemiyoruz, Badem adlı hiç sevmediğim köpek türü olan Golden’a aşık oldu rahat bırakmıyor Asiye, bu yüzden park değiştirmek zorunda kaldık, ama problem bu değil, 3 güne kadar parkta içtiğim içki stoğum tükeniyor.

sanırım alkolik olma yolunda ilerliyorum. öğleden sonra içmeye başlıyorum, gece yatana kadar devam ediyorum. aslında çok fazla içmiyorum günde 3 ya da 4 bardak viski ya da vodka. hoş sevgilim bu durumdan pek bi rahatsız, zaten son zamanlar da ne yapsam yaranamıyorum, ota boka laf edesi var, etrafta ot bok yok, onun yerine ben varım, bana söyleniyor. bunun için sanırım farklı bir başlık açmalı ve altını doldurmalıyım…

herneyse, çok sıkıldım, gidesim var, dönmeyesim yok, fikrim var, eylemim yok… nil tüm insanlığa haykır bi daha ablacığım, ilk paragrafımıza gönderme olsun….

“çoooooooooooooooook canım yanıo, çooooooooooook içim yanıooooo!!!”

teşekkür ederim nilciğim iyi ki varsın!

14 Mayıs 2009

“Eski Kocam Işın Karaca İle Birlikte!”

10 Mayıs 09 tarihli Haber Türk Gazetesinde yayınlanan Esin Övet imzalı bir köşe yazısı

“Sağolsun bu haber birçok magazin servisine gittiği halde, onlar çok titiz bir
refleks gösterip ben üzülmeyeyim diye yapmadılar. Ben de herkesi bu dertten
kurtarayım dedim ve yazmaya karar verdim. Magazinci arkadaşlarıma teşekkür ediyorum ama taze bir aşk içerisinde olan yeni çiftimizi de rahatlatmak istiyorum. 14 yıldır bu mesleği yapıyorum. Birçok aşk haberi yaptım. Ama şimdiye kadar kendimle ilgili bir haber yapacağım hiç aklıma gelmezdi. Demek ki, hayatta her şey olabiliyormuş.

Durumu ben boşanmadan bir hafta önce Işın Karaca'nın 'Ah arkadaşım çok üzüldüm. Ne kadar da yakışıyordunuz. Kesin bitti mi, bir daha dönüş yok mu?' diye ağzımı araması ile hissettim. Normalde böyle özel konularda konuşmadığım biri beni neden arasın ki!

Üstelik on yıllık aşkı Erdem Yörük tarafından aldatılmış ve o kadına taciz mesajları çeken bu kadar hassas bir kadın. Bu telefon görüşmesini yaptıktan ve boşanma gerçekleştikten hemen sonra Işın Karaca'nın en en en yakın arkadaşları belli gazeteleri arayıp, "Işın Karaca, Sedat Doğan ile aşk yaşıyor" demeye başladıktan sonra kesin olarak öğrenmiş oldum. Üstelik eski eşim Işın'ın arkadaşları bu haberi yayarken, bu ilişkiyi kabul etmemiş olsa da. Üzüldüm mü? Evet. Hayır dersem yalan olur. Ama benim üzülme nedenim başka. Keşke Işın, beni aradığında "Ya Esin aşık oldum. Bir şeyler hissediyorum. Ben bir sanatçıyım. Deliyim. Bizler her şeyi yapabiliyoruz. Başkasından duyacağına benden duy" deseydi. Yapamadı, yapamazdı da.

Çünkü o yaralı bir kadındı. Çünkü aldatılmış bir kadın olarak egosu ağır basıyordu ve ne yapacağının farkında değildi. Söylenecek çok söz, çok detay var. Ama uzatmayacağım. Şimdi birçok kişi kıskandığım için bu haberi yaptığımı düşünebilir.

Hayır ben tamamen albüm arafesinde olan Işın Karaca'nın bir aşk haberi ile gündeme gelmek için çırpındığını gördüğüm için yardımcı oluyorum. Bir aydır, facebook'a resimler koyup aşk mesajları yazdığı halde kimsenin dikkatini çekemediği için işini kolaylaştırıyorum. Herkes mutlu olsun. Yine, yeni nurtopu gibi bir aşkımız oldu. İnşallah, uzun ömürlü olur!!!

 

ya kadınların bu durumları her zaman bana Norma Desmond nevrotikliğini çağrıştırır. ben olsaydım bu kadının yerinde ne yapardım bilmiyorum tabii, belki de ben de facebookundaki kişisel iletilerine kadar yazardım. elimde güçlü bir köşem var sonuçta, istediğim kadar rezil edebilirim… bu bir eziklik psikolojisi midir nediy bilmiyorum ama yapabilirdim; ya da bir magazinci olarak, sadece isimleri verip yeni bir ilişkiye başlamışlar diye yazı yazardım ama sanırım bu daha ezik olurdu.

şöylesi daha makul geliyor bana: “allah belanı versin Işın, sen çekemiyceksin bu adamı, duş almadan sevişmeye girişmesine ne kadar katalanabileceksin, ya da tuvalete gidene kadar kaç kez salonda osurduğunu biliyor musun, ben siz ayrıldığınızdan beri her masaya oturuşumda, bir salata tabağı makarna yiyip, desperate housewives izlerken 3 tane büyük toblerone yemeye başladım haberiniz var mı, allah belanızı versin e mi” diye yazmış da olabilirdim.  hatta bunları yazarken yıldız tilbe’den “senin de yüreğin yansın başka ellerde mum gibi, çaresizlik ayrılmasın kapından köle gibi” şarkısını dinleyebilirdim… hatta şarkının sözlerini de köşemin altına copy paste yapardım…

9 Mayıs 2009

Emeklilik Hakkım Elbet Bir Gün Alırım

Pek Patthy Diphusa olamıyorum. benden adam olmaz baba, benden adam olmaz anne cümlelerini yıllar önce kurmuştum; nedense bugünlerde yeniden ergenlik çağımdaki problemler hortladı. rock müzik falan dinlediğim yok; ama “niye varım”, “amaç ne” , “bu hengamemiz niye” gibi sorularla boğuşuyorum.

hiç sevmediğim konular aslında bunlar. sadece “so what” demek istiyorum. yani bunların cevapları verilince ne olacak? her şey daha mı güzel olacak hayatımızda. Asiye konuşabilecek mi; ya da Asiye bana “baba” diyebilecek mi? O şiiri biliyor musun, o kitabı okudun mu, aaaaaaa Jane Birkin’in Serge Gainsbourg’un sevgili olduğunu bilmiyordun ne ayıp ne ayıp… bunları da bildiğimizde ne oluyor sanki, hadi sanatçısın falan filan bilirsin bazı şeyleri ödül almak için filan, e ödül alınca ne oluyor?

Günde 20 saat çalışırsın, aman trafiğin güzel olsun, aman devamlılık atlamasın, sonra yönetmen der ki “bu ceketi beğendim fehmi, değiştirin”… “amaaaaa devamlılığa girdi ….hanım/bey”, “olsun başka verin”…. “peki ben ne diye burada zamanımı öldürüyorum, peki bana niye para veriyorsunuz; ben niye para kazanıyorum?”.

öyle abuk subuk günlerdeyiim. anlamsız bir vicdan muhasebesi de yapıyorum nedense. kimi kırdıysam, gidip özür dilemek gönüllerini almak istiyorum, herkesle azar azar vakit geçirmek istiyorum, hayatıma giren herkesle bir bardak kahve içmek istiyorum. kahveler termosda olsun, biz sahilde olalım istiyorum. ayrıca hayatım boyunca sadece tavuk besleyip altlarından yumurta almak ve maydonoz yetiştirmek istiyorum.

annem hala telefonda iç çekip cevap veriyor: “biz seni bu yüzden mi okuttuk”… ama diyemiyorum ki okutmasaydın maydonozda mutluluk bulabileceğimi sanmıyorum diye… herneyse, sevgilime emeklilik hayatı yaşattığım için; anneme ve babama   da adam olamadığım için özrüm bir borçtur…

16 Mart 2009

Çevrimdişi Doktor

uzun süredir yazamıyorum. yeteneksizliğimden ya da aklıma bişey gelmemesinden değil. msn e bile girip  iki üç kelime yazamıyorum çevrimdışıyım sürekli. cerrah oldum. asistan cerrah ama..

3 haftadır asistan cerrahlık yapıyorum. doktorlar dizisinde her sahnede görebilirsiniz beni. zaten topu topu 10 kişi gidiyoruz figürasyon olarak... bölümün yüzde 80i hastanede geçiyor 10 kişiyiz... ordan oraya koşturmaca... hiç bir sette çay ocağının yanından ayrılmazken, burda çay ocağına yaklaşamadım hala.

zenan ile fikret sohbet ederek yürüyecekler, bu yürüme 3 koridorda gerçekleşecekmiş, yönetmen de yaşayan hastane istiyormuş ve tek plan, hadi bakalım aynı anda üç koridorda da olamayacağımza göre, bir koridordan diğer koridora koşarak gidiyoruz. öyle bir koşuşturmaca yani.

bazen sadece salak salak yürüyorum steteskobumla ya da dosyamla, ara sıra da eğer oyuncuların hazırlanmasına vakit varsa, mizansenler veriliyor, cerrahla karşılaşıyorum ona dosya imzalatayıyorum ya da röntgen gösterip fikir alıyorum vs.. 

ama yayında izleyince farkettim,levent, ela, duygu vs mizansenlerini araklıyor rejideki çocuk, onlar ne yapıyorlarsa biz de başka bir sahnede yapıyoruz. yaratıcılıktan pek bir uzak yani reji..

herneyse, ara sıra çevrimiçi olup, setten dedikoduları yazıcam... kim kiminle vs die

hoşçakalın

23 Ocak 2009

hele o zerrin !

Necla yı fena halde kafaya taktım sanki.. En son
göbek yağlarım beni rahatsız ettiğinde böyle hissetmiştim.
Ruhum bedenimden öte olduğumdan dış görünüşüm bana sokmazdı.
Lakin o çok beğendiğim fakat beni sıkıştırılmış bumbar gibi gösteren
kırmızı benye kafamı attırmıştı.

Ben onu indirimden felan değil, direk olarak
sezon girişinden almıştım. Necla ya soracağım bir ara, indirim dışı bir şey
almış mı? Necla gibi kadınları bilirim, herifi koluna takarlar bir alışveriş
merkezine giderler. En üst kattaki kebapçılara çıkarlar ve en lux görünen
çöp merkezinden çöp yerler. Börgır kingdekilere alaycasına bakıp itiş kakış
yemek yenir mi? muhabbeti yaparlar. Ucuzluk.
Sonra bir alt kattaki mağazalardan alışveriş yapıp
adama ödetirler. Arada kaliteli kadın çizgisini sarsmamak için
birkaç avrupa filmini --a ben buna bayılmıştımmmm! diyerekten d&r'da överler.

Üstelik son sevdiceğim benden 15 yaş küçük diye az laf etmedi Necla. Yok, ben
seni biliuorum da sanat camiası jigolo tuttu der..falan filan.

Yeni nesil çok şanslı ben sevemiyoru m internette seks filmi izlemeyi.
Geçen alt kattaki nurten kadını geldi. Oğlunu internette kameralı seks yaparken
yakalamış. Kadın ağlamayı beğenmiyor. Bir baktım diyor ekranda bir çift meme
oğlanın elinde s.ki. Travma olmuş haliyle. Oğlanı izdivaç a yolluycam rahatlıycam diyor.
Hazır ıslanmaktan kurumuşken, aklım bir taraflara mı kaydı nedir?. Bekir'i çağırdım.
Oğlum bari gizli yap dedim. 19 luk yağız delikanlı başlamasın mı ağlamaya.

Ailesinden korktuğundan, bu yolu tercih ettiğini söylüyor. Çünkü, oğlan
travesti seviyormuş. Travestiler ya evime kadar takip ederse diye korkuyor.

Tam bir -erkek arkadaşım beni öperse hamile kalırmıyım sendromu?..

Ahhh , Candan Erçetin ile bir dönem komşuluk yaptığım Fransa daki
komşularım böyle miydi?. Kültür, bilgi.. Kirası biraz uygun diye şimdiki lux
semtime böyleleri de geliyor. Oysa Fransada sergiden sergiye, bienaldan bienal'a koşuyordum..

Ya necla hanım sen, Zeki Alasya-Metin Akpınar ikilisinin Cafer'in Çilesi filminde
Zerrin Egeliler ile birlikte arınmaya çalışırken ben kültürün üst noktalarında peşimde
birbirinden kaliteli erkeklerle balolarda koşuyordum.. Hele o Zerrin..hele o Zerrinnnn..